Eko Vizyon I İklim Kanunu mu, Küresel Tuzak mı?
- Kategori Seçkiler
- |
Rusya, perşembe günü yaptığı açıklamada, yeni Afganistan büyükelçisinin güven mektubunu resmen kabul ettiğini ve böylece Taliban hükümetini tanıyan ilk ülke olduğunu duyurdu.
Hizb-ut Tahrir / Afganistan Vilayeti Medya Bürosu, bu tanımayı, mevcut rejimin kademeli olarak seküler ulus-devlet sistemine entegre edilmesi sürecinin bir parçası olarak değerlendirmektedir. Bu süreç, zamanla Taliban’ı, Allah’ın dinini hâkim kılma ve yayma gibi temel İslami hedeften uzaklaştırmayı amaçlamaktadır. Dahası, atılan bu tanıma adımı, Afganistan’ı bölgesel ve küresel güçlerin bir piyonu haline getirerek, ülkeyi yeni bir vekâlet savaşları arenasına sürükleme potansiyeli taşımaktadır.
Rejim değişikliğinden bu yana, Rusya, Taliban yönetimiyle yakınlaşma stratejisini adım adım hayata geçirmeye çalışmaktadır. Bu adım, sadece tanıma değil, aynı zamanda nüfuz mücadelesinin bir perdesidir. Rusya’nın bu hamlesi, sadece diplomatik değil, güvenlik temelli stratejik bir adımdır. Çünkü Moskova, Hilafetin dönüşünden ve ümmetin tek çatı altında birleşmesinden büyük bir endişe duymaktadır. Rusya, mevcut Afgan rejiminin Orta Asya’daki mücahitleri bastırmasını beklemektedir. Nitekim Rusya Devlet Başkanı Putin, bu kirli ittifakı 4 Temmuz 2024’te yaptığı açıklamada şu sözlerle itiraf etmiştir: “Taliban, terörle mücadelede şüphesiz bizim müttefikimizdir!” Bu sözler, Rusya’nın Taliban’ı kendi çıkarları uğruna nasıl araçsallaştırmaya çalıştığını, onu İslami hareketlere karşı kullanmak istediğini gözler önüne seriyor.
Günümüz dünyasında ‘tanıma’ denilen şey, güçlü devletlerin kendi emperyalist çıkarlarını dayatmak için kullandığı modern bir siyasi sömürü aracından başka bir şey değildir. Rusya’nın bahşettiği bu sözde ‘siyasi lütuf’ da, tamamen ve sadece kendi bencil stratejik hesaplarına dayanan bir çıkardan ibarettir. Moskova, bu tanımayla birlikte Afgan yönetiminden yalnızca maddi çıkarları öncelemesini, İslami değerler ve ilkeler de dahil olmak üzere diğer tüm ölçütleri bir kenara bırakmasını beklemektedir. Nitekim ABD Başkanı Trump da Suriye’deki yeni rejimden benzer beklentiler içerisine girmiştir. Gayrimüslim ülkelerin paylaştığı bu ortak korkular, onların tek bir kirli stratejide birleştiğini bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermektedir: Bu strateji, bir yandan mevcut Siyasal İslam akımlarını kuşatıp kontrol altında tutmak, diğer yandan ise bölgede hakiki bir İslami nizamın doğuşunu engellemektir!
Dahası, Rusya gibi İslam düşmanı devletlerden siyasi çıkar elde etme hırsı, kökünü saf İslami akideden değil, ilkesiz bir pragmatizm (faydacılık) ve çıkarcılık zihniyetinden almaktadır. Tarih, ibret almayanlar için tekerrürden ibarettir: Nitekim bir zamanlar Emanullah Han da, kendi iktidarını tanıyan ilk kâfir devlet olan Sovyetler Birliği’nden siyasi destek talep ederek Vladimir Lenin’e resmi bir mektup göndermiştir. Fakat şu tarihi hakikat asla unutulmamalıdır ki, Rusya hem tarih boyunca hem de bugün, zalim Putin döneminde dahi, İslam’ın ve Müslümanların en azılı düşmanlarından ve Ümmet’in birleşmesinin önündeki en büyük engellerden biri olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Zaten Rusya’nın kendi topraklarında, Orta Asya’da, Kafkasya’da, Suriye’de ve Afganistan’da Müslümanlara karşı işlediği cürümler ve katliamlar, asla inkâr edilemeyecek birer utanç vesikasıdır!
Hiç şüphe yoktur ki, kâfir devletlerle kurulacak her türlü diplomatik, siyasi ve iktisadi ilişki, mutlaka ve sadece İslam’ın çizdiği sınırlara uygun olmak zorundadır! Tarihteki şanlı emsallerimiz de bunun en açık delilidir. Peygamber Efendimiz Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in kutlu devrinden, O’nun nurlu yolunu takip eden Raşidi Halifeler ve sonraki sadık Müslümanların dönemlerinden bu yana, Müslümanların harici ilişkileri her zaman sarsılmaz İslami akideye ve ‘dostu ve düşmanı tanıma’ ilkesi olan Vela ve Bera hükmüne göre şekillenmiştir. Hilafet Devleti’nin şanlı dış politikasının tek bir yüce gayesi vardı: İslam’ın hâkimiyet alanını genişletmek için, davet ve cihat yoluyla İslam’ın nurunu ve adaletini tüm dünyaya yaymaktır. Bunun en parlak ve en açık delili ise, bizzat Peygamber Efendimiz SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in zamanın süper güçleri olan Kisra ve Kayser gibi imparatorların saraylarına korkusuzca İslam’a davet elçileri göndermesidir
İslam’ın şanlı diplomasisi; dinin diğer tüm sistemlere üstünlüğünü gösterme (izhar etme), dost ile düşmanı net bir şekilde ayırma (Vela ve Bera) ve yeryüzünü Dar’ul-İslam (İslam Yurdu) ile Dar’ul-Küfr (Küfür Yurdu) olarak tasnif etme gibi sarsılmaz esaslar üzerine kuruludur. Bu temel İslami kavramların, bugünkü kokuşmuş seküler ulus-devlet sisteminde ise zerre kadar yeri yoktur. Hatta tam aksine, bu sistem tarafından kendi varlığına yönelik ölümcül birer tehdit olarak algılanırlar. Mevcut rejim, seküler sisteme entegre olmuş bir sistem değil de, kökleri bizzat İslam’a dayanan bir siyasi sistem kurmayı hedeflemediği sürece, İslami bir dış politika ve diplomasi izlemesi mümkün değildir. Aksi takdirde, mevcut devlet, ‘politik gerçekçilik’ adı altındaki ilkesizlik ve küresel seküler sistemin kirli bataklığına bulaşmanın bir sonucu olarak, kaçınılmaz bir şekilde sapkınlığa ve ihanete sürüklenecektir.
Ne yazık ki bu, İslam beldelerindeki diğer nice yöneticinin geçmişte içine düştüğü ve bugün de düşmeye devam ettiği o kahredici siyasi sapkınlığın ta kendisidir! Bu da boyunlarına dünya düzeninin tasmalarının takılmasına, ellerine de küresel güçlerin zincirlerinin vurulmasına yol açmıştır.
الَّذِينَ يَتَّخِذُونَ الْكَافِرِينَ أَوْلِيَاءَ مِن دُونِ الْمُؤْمِنِينَ أَيَبْتَغُونَ عِندَهُمُ الْعِزَّةَ فَإِنَّ الْعِزَّةَ للهِ جَمِيعاً“Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinenler, onların yanında izzet mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet yalnızca Allah’a aittir.” [Nisa 139]
Hizb-ut Tahrir / Bangladeş Vilayeti, bugün (Cuma, 4 Temmuz 2025) Hindistan tarafından Müslümanların silah zoruyla Bangladeş’e sınır dışı edilmesini protesto etmek amacıyla, Dhaka ve Chittagong şehirlerindeki çeşitli camilerde Cuma namazından sonra protesto gösterileri ve yürüyüşler düzenledi. Gösterilerde Hizb-ut Tahrir üyeleri çeşitli konuşmalar yaptı ve etkinlikler yürüyüşlerle sona erdi.
Modi hükümeti son dönemde Hintli Müslümanlara hayvan muamelesi yapmakta, onları “yasa dışı göçmen” ilan etmekte, evlerini yıkmakta ve zorla Bangladeş’e sınır dışı etmektedir. Protesto mitinglerinde konuşanlar, Hindutva Hindistan’ın bu tavrını Yahudi varlığının davranışlarına benzettiler.
Konuşmacılar ayrıca, mevcut seküler yönetici sınıfı ve entelektüelleri sert biçimde eleştirerek, Hindistan’ın bu saldırgan tavrını, zorba Hasina’nın devrilmesinden sonra ortaya çıkan Hindistan-Bangladeş gerginliğiyle açıklayarak gerçeği gizlemeye çalıştıklarını ifade ettiler. Ancak, sınır cinayetleri, su saldırganlığı, Hindistan içindeki Müslümanlara zulüm; tarihi Babri Mescidi’nin yıkılarak yerine tapınak inşa edilmesiyle bin yıllık Müslüman yönetimi geleneğinin silinmeye çalışılması, Aurangzeb’in kabrinin kaldırılması gibi küstah talepler, Yeni Vatandaşlık Yasası (CAA) ve Ulusal Vatandaşlık Kayıtları (NRC) gibi ayrımcı düzenlemeler uzun süredir devam etmektedir. Aslında, Hindutva Hindistan’ın bu tutumu, Müslümanları vatansızlaştırma ve kimliklerini silme sürecinin bir parçasıdır. Tıpkı işgalci Yahudi varlığının Filistin’de yaptığı gibi. Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurdu:
لَتَجِدَنَّ أَشَدَّ النَّاسِ عَدَاوَةً لِلَّذِينَ آمَنُوا الْيَهُودَ وَالَّذِينَ أَشْرَكُوا “İnsanlar içerisinde iman edenlere düşmanlık bakımından en şiddetli olarak yahudiler ile, şirk koşanları bulacaksın.” [Maide 82]
Konuşmacılar, Hindutva zihniyetindeki Hindistan’ın Müslümanlara ve İslam’a yönelik küstah tavrının arkasında iki temel neden olduğunu vurguladılar:
Birincisi: Bu coğrafyadaki Müslümanlar ortak bir iman ve kan bağına sahip olmalarına rağmen, kâfir sömürgeci Britanya, onları zayıflatmak amacıyla milliyetçilik (Hintli, Bangladeşli, Pakistanlı vb.) temelinde bölmüş ve bölge halkının başına kendi kuklaları olan laik yöneticileri dayatmıştır. Konuşmacılar ayrıca, ‘laik siyasetçi ve aydınların ikiyüzlülüğüne’ de dikkat çekerek, bu kesimlerin Bangladeş’teki Hindu azınlığa yönelik zulüm karşısında ‘kaplanlar gibi kükrerken’, Hindistan’daki ‘azınlık’ Müslümanlara yönelik baskılar karşısında ise ‘kediler gibi miyavladıklarını’ ifade ettiler. Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:
لَيْسَ مِنَّا مَنْ دَعَا إِلَى عَصَبِيَّةٍ، وَلَيْسَ مِنَّا مَنْ قَاتَلَ عَلَى عَصَبِيَّةٍ، وَلَيْسَ مِنَّا مَنْ مَاتَ عَلَى عَصَبِيَّةٍ “Irkçılığa çağıran bizden değildir. Irkçılık davası uğruna savaşan bizden değildir. Irkçılık davası uğruna ölen de bizden değildir”
İkincisi: Hindistan, kâfir sömürgeci Amerika’nın Güney Asya’daki bölgesel taşeronudur. Ayrıca Hindistan, Hint-Pasifik bölgesindeki askeri ittifaklardan biri olan Dörtlü (Quad) ittifakının da bir üyesidir. Sömürgeci kâfir Amerika, Orta Doğu’da İslam ümmetini bastırmak için yasadışı Yahudi varlığını kullandığı gibi, Güney Asya’da da benzer şekilde Hindutva zihniyetindeki Hindistan Devleti’ni kullanmaktadır.
Konuşmacılar bize İslami görevimizi hatırlattılar. Dünyanın neresinde olursa olsun, zulme uğrayan her Müslümana yardım eli uzatılması farzdır. Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurdu:
وَإِنِ اسْتَنصَرُوكُمْ فِي الدِّينِ فَعَلَيْكُمُ النَّصْرُ“Eğer onlar din hususunda sizden yardım isterlerse, yardım etmek üzerinize borçtur.” [Enfal 72] Başımızdaki bu milliyetçi, laik ve sözde Müslüman yönetici takımı, asla ümmetin hamisi değildir! Onlar; Filistin, Keşmir ve Arakan’da zulüm gören kardeşlerimizin imdadına ordularımızı göndermezlerken kâfir Amerika’nın tek bir telefonuyla, BM kılıfı altında ümmetin evlatlarının kanını dökmeye koşa koşa gitmektedirler!
Konuşmacılar, sözlerini tamamlarken tüm ümmete şu hakikati dillerinden düşürmemeleri için seslendi:
Bugün Müslümanların dünyanın dört bir yanında zulüm ve zillet içinde olmasının tek bir sebebi vardır; o da Ümmet’in gerçek kalkanı ve koruyucusu olan Raşidi Hilafet Devleti’nin yokluğudur! Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:
إِنَّمَا الْإِمَامُ جُنَّةٌ يُقَاتَلُ مِنْ وَرَائِهِ وَيُتَّقَى بِهِ“İmam ancak bir kalkandır. Arkasında savaşılır ve onunla korunulur.” [Müslim] Bu nedenle, bu piyon yöneticilerden medet ummak yerine Hilafeti kurmak için birleşmeliyiz. Orduda görev yapan ümmetin samimi evlatlarına, Nübüvvet metodu üzere Raşidi Hilafeti kurmak için Hizb-ut Tahrir’e nusret vermeleri yönünde çağrıda bulunmalıyız.
Gazze’deki Filistin Sağlık Bakanlığı Genel Müdürü Dr. Munir el-Berş, açlıktan ölen çocukların sayısının arttığını açıkladı. İşgalin bu ölümlerden adeta “zevk aldığını” vurgulayan el-Berş, kuşatmanın ve sınır kapılarının kapalı tutulmasının sürdüğünü, uluslararası sistemin ise bu duruma sessiz kaldığını belirtti. El Cezire kanalına konuşan Dr. El Berş, Gazze’de ‘ileri derecede yetersiz beslenme’ nedeniyle hayatını kaybeden çocukların sayısının 66’ya ulaştığını bildirdi. Hayatını kaybedenlerden sonuncusunun 3 aylık Curi el-Mısri isimli bir kız bebek olduğunu belirten Dr. El Berş, çocuklar başta olmak üzere, toplumun en savunmasız kesimlerinin bu trajedinin birincil kurbanları haline geldiğini vurguladı.
Gazze Şeridi’ndeki açlık felaketi, Yahudi varlığının aralıksız devam ettirdiği vahşi kuşatma ve bunun sonucunda temel yaşam kaynaklarının tamamen tükenmesiyle artık bir soykırım boyutuna ulaşmıştır. Gazze’deki Hükümet Basın Ofisi’nden yapılan açıklamada, işgalin sınır kapılarını kapalı tutmaya ve hayati önemdeki yardımların girişini engellemeye devam ettiği belirtildi. Açıklamada, özellikle bebekler ve hastalar gibi hassas gruplar için olan bebek maması ve besin takviyelerinin girişine izin verilmediği vurgulandı. Bu durumun, açlık ve ilaç eksikliği nedeniyle aralarında 66 çocuğun da bulunduğu 244 kişinin hayatını kaybetmesine neden olduğu ifade edildi. Ofis, uluslararası toplumun duyarsızlığı ve suç ortaklığı nedeniyle can kayıplarının artmasından derin endişe duyulduğunu da ekledi.
Küresel Beslenme Ajansı’nın (Global Nutrition Cluster) yayınladığı son rapora göre, 6-23 ay arası çocukların ve hamile ya da emziren kadınların %90’ı ‘ileri derecede gıda yoksulluğu’ çekmektedir. Raporda, çocukların kelimenin tam anlamıyla açlıktan can verdiği belirtiliyor. Ayrıca, beş yaşın altındaki çocukların en az %90’ının bir veya daha fazla bulaşıcı hastalığa yakalandığı tespit edildi. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), Gazze Şeridi’nde bu yılın başından beri her gün yaklaşık 112 çocuğun, boğucu abluka sonucu oluşan yetersiz beslenme sorunları nedeniyle hastanelere kaldırıldığını açıkladı.
Filistin Sağlık Bakanlığı Genel Müdürü Dr. el-Berş, El Cezire’ye yaptığı açıklamada, Dünya Gıda Güvenliği Programı raporlarına göre Gazze’de yaklaşık 1.2 milyon Filistinlinin gıda güvensizliği yaşadığını belirtti. El Berş, bunların arasında 785 bin çocuğun sağlıklı gıdaya erişimden yoksun olduğunu ve yaklaşık 70 bin çocuğun ise şiddetli beslenme yetersizliği çektiğini ifade etti. Dr. el-Berş, sınır kapılarının kapatılmasından bu yana, çocuklar arasında 8.923 yetersiz beslenme vakasının kaydedildiğini dile getirdi. Bu vakaların bininden fazlasının, yaşamı tehdit eden ağır beslenme bozukluğu kategorisinde olduğunu açıkladı. Dr. el-Berş, bir şartla yetersiz beslenme sorunu yaşayan çocukları kurtarmak için hâlâ gerçek bir fırsat olduğunu belirtti. Bu şartın, ‘sınır kapılarının açılması, tedavi amaçlı özel mamaların ve tıbbi malzemelerin bölgeye girişine izin verilmesi’ olduğunu söyledi. Dr. El Berş , Gazze’deki sağlık personelinin tedavi sağlayabilecek kapasitede olduğunu, ancak gerekli araç ve gereçlerden mahrum bırakıldıklarını vurguladı. Dr. El Berş, üzüntüsünü dile getirerek sözlerini şöyle sürdürdü: “Eğer bu özel mamalar bölgeye girmezse, sonuç ölümdür.” Dr. El Berş, bu ölümlerden doğrudan işgali sorumlu tuttuğunu ve İşgalin, bebekleri sütten mahrum bırakmayı ‘yavaşlatılmış bir ölüm yöntemi’ olarak kasten kullandığını kaydetti. Dr. el-Berş, işgalin yalnızca gıda girişini engellemekle yetinmediğini, yardım malzemelerine ulaşmaya çalışan sivilleri de hedef aldığını belirtti. Bu duruma örnek olarak, çocuklarına yiyecek getirmeye çalışırken öldürülen bir doktorun ölümünü gösterdi. Ayrıca Gazze Şeridi’nin artık “felaket sonrası” aşamaya geçtiği uyarısında bulundu. İnsanların sokaklarda evsiz ve çaresizce dolaştığını, annelerin kucağında çocukların birer birer öldüğünü ve tüm bunlar olurken uluslararası toplumun sebepsiz bir şekilde hareketsiz kaldığını vurguladı.
Emory Üniversitesi İnsani Acil Durumlar Merkezi Direktörü, Gazze’den gelen görüntülerin, en ağır yetersiz beslenme formlarını yansıttığını söyledi. Bunlar arasında, vücut boyuna oranla ciddi kilo kaybı anlamına gelen ve kısa sürede kalori alımının sert biçimde düşmesiyle ortaya çıkan “kaşeksi (halsizlik/zayıflık)” gibi durumların da bulunduğunu ifade etti. Yetersiz beslenmenin uzaması durumunda, kronik büyüme geriliği (bodurluk), zayıf bağışıklık sistemi, öğrenme güçlükleri ve zihinsel gelişimde gerilik gibi kalıcı etkiler görülebileceği uyarısında bulundu.
Batı, işgal ve onların yerli iş birlikçileri olan yönetimler, hükümetler, kurumlar, uluslararası kuruluşlar ve dernekler; Gazze halkını yok etmek, göçe zorlamak ve teslim almak için her türlü yolu ve aracı kullanmaktadır. Bu yaşanan açlık, doğal bir afet değil, onların planlı ve kasıtlı politikalarının bir sonucudur. Bu bir kuşatma değil; topyekûn bir imhadır. Bu kıtlık, doğal kaynakların yetersizliğinden kaynaklanmıyor; aksine, ümmetin tüm zenginliklerini düşmanlarının eline teslim eden ve onların kontrolüne bırakan yöneticilerin ihanetinin ve işbirlikçiliğinin bir sonucudur. Bu yöneticiler, Gazze’deki aç çocuklara en temel gıda yardımını ulaştırmaya bile izin vermiyorlar, çocukların göz göre göre açlıktan ölmesine seyirci kalıyorlar. Ne merhamet var ne de Allah korkusu… Koltuk sevdası uğruna efendilerinin emirlerini uygulayan bu yöneticiler, üzerine oturdukları kartondan tahtların yakında Allah’ın izniyle yerle bir olacağını bilmiyorlar!
Gazze’nin çocuklarını, kadınlarını ve halkını kurtarmanın; Filistin ile diğer işgal altındaki İslam topraklarını özgürleştirmenin tek bir yolu vardır: Bu hain, işbirlikçi, halkını yüzüstü bırakan ve komplocu yöneticileri devirmek ve yönetimi güdücü bir imama vermektir. Bu imam, ülkeyi özgürleştirecek, kulları bu yöneticilerin zulmünden ve ümmetin zenginlikleri ile yeteneklerini kontrol altında tutan Batının tahakkümden kurtaracaktır. Kurtuluş ise, ancak Nübüvvet metodu üzere Hilafet Devletini kurmakla mümkündür. Ve şüphesiz, bu Allah için hiç de zor değildir.
إِن يَنْصُرْكُمُ اللهُ فَلَا غَالِبَ لَكُمْ وَإِن يَخْذُلْكُمْ فَمَن ذَا الَّذِي يَنصُرُكُم مِّنْ بَعْدِهِ وَعَلَى اللهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ“Allah size yardım ederse, sizi yenecek yoktur. Eğer sizi yardımsız bırakırsa, ondan sonra size kim yardım edebilir? Müminler, ancak Allah’a tevekkül etsinler.” [Ali İmran 160]
Hindutva ideolojisiyle hareket eden Modi hükümeti, Hindistan’daki Müslümanlara yönelik baskı ve zulmü sürekli artırmaktadır. Bu baskılar arasında, Müslümanların evlerinin yıkılması ve haksız bir şekilde sürgüne zorlanmaları da yer almaktadır. Bu politikalar, gasıp Yahudi varlığının uygulamalarından farksızdır. Son dönemde ise hükümet, yüzlerce Hintli Müslüman ‘yasadışı göçmen’ olarak damgalayıp herhangi bir ulusal ya da uluslararası yasal süreç işletilmeden, silah zoruyla Bangladeş’e sınırdışı etmektedir. Rahima Hatun adlı kadın, ‘Bize hayvan muamelesi yaptılar. ‘Bizler Hint vatandaşıyız, neden Bangladeş’e girelim diye itiraz ettik. Ancak silahlarını doğrultup, ‘Diğer tarafa geçmezseniz vururuz’ diye tehdit ettiler . Hint tarafından dört el silah sesi duyduktan sonra çok korktuk ve hızla yaya olarak sınırı geçtik.”
Pek çok kişi, bunu Hindistan’ın Bangladeş ile olan mevcut gergin ilişkilerinin bir sonucu olarak gösterip asıl gerçeği örtbas etmeye çalıştı. Hakikatte bu, tıpkı yasadışı Yahudi varlığı Filistin’de durmaksızın yaptığı gibi, Hindistanlı Müslümanları vatansızlaştırma ve Hindistan’daki Müslüman kimliğini silmeye yönelik süregelen bir sürecin parçasıdır.
200 milyondan fazla Müslümanın yaşadığı Hindistan’da; tarihi Babri Mescidi’nin yıkılıp yerine tapınak yapılmasından, bin yıllık Müslüman yönetimi geleneğinin silinmesine, Aurangzeb’in türbesinin ortadan kaldırılmasına, Vatandaşlık Yasası (CAA) ve Ulusal Vatandaşlık Kayıtları (NRC) gibi uygulamalardan, son olarak Waqf (Vakıflar) Değişiklik Yasası’nın kabul edilmesine kadar atılan her adım, Hindistan’da Müslüman kimliğini sistematik biçimde silmeyi ve Müslümanları vatansız hale getirmeyi amaçlamaktadır. Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurdu:
لَتَجِدَنَّ أَشَدَّ النَّاسِ عَدَاوَةً لِلَّذِينَ آمَنُوا الْيَهُودَ وَالَّذِينَ أَشْرَكُوا “İnsanlar içerisinde iman edenlere düşmanlık bakımından en şiddetli olarak Yahudiler ile, şirk koşanları bulacaksın.” [Maide 82]
Peki Hindutva rejimi bu cesareti nereden buluyor? Bunun cevabı açık:
Birincisi: Bu coğrafyanın Müslümanları aynı iman ve kan bağıyla birbirine bağlı olsa da, Kâfir ve Sömürgeci Britanya, onları milliyetçilik (Hintli, Bangladeşli, Pakistanlı vb.) temelinde bölerek zayıflatmış, Müslümanları korumak için hiçbir zaman harekete geçmeyen kendi seküler kukla yöneticilerini başımıza getirmiştir. Bu nedenle geçici hükümetin güvenlik danışmanı, “Bangladeş vatandaşı oldukları kanıtlanırsa onları kabul ederiz,” demiştir. Ülkedeki en büyük laik siyasi partinin lideri de, “Ne Delhi ne Pindi ne de başka bir ülke; önce Bangladeş!” diyerek tavrını net bir şekilde ortaya koymuştur. Dahası, laik siyasetçiler ve aydınlar Müslümanlara karşı öylesine ikiyüzlü ve nefret doludur ki, Bangladeş’te azınlık durumundaki Hindulara yönelik zulüm söz konusu olduğunda kaplanlar gibi kükrerken, Hindistan’daki ‘azınlık’ Müslümanların gördüğü baskı ve işkence karşısında kediler gibi miyavlamaktadırlar. Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:
لَيْسَ مِنَّا مَنْ دَعَا إِلَى عَصَبِيَّةٍ، وَلَيْسَ مِنَّا مَنْ قَاتَلَ عَلَى عَصَبِيَّةٍ، وَلَيْسَ مِنَّا مَنْ مَاتَ عَلَى عَصَبِيَّةٍ“Irkçılığa çağıran bizden değildir. Irkçılık davası uğruna savaşan bizden değildir. Irkçılık davası uğruna ölen de bizden değildir”
İkincisi: Hindistan, kâfir sömürgeci Amerika’nın Güney Asya’daki bölgesel taşeronudur. Ayrıca Hindistan, Hint-Pasifik bölgesindeki askeri ittifaklardan biri olan Dörtlü (Quad) ittifakının da bir üyesidir. Sömürgeci kâfir Amerika, Orta Doğu’da İslam ümmetini bastırmak için yasadışı Yahudi varlığını kullandığı gibi, Güney Asya’da da benzer şekilde Hindutva zihniyetindeki Hindistan Devleti’ni kullanmaktadır.
Ey Müslümanlar! Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyuruyor:
وَإِنِ اسْتَنصَرُوكُمْ فِي الدِّينِ فَعَلَيْكُمُ النَّصْرُ“Eğer onlar din hususunda sizden yardım isterlerse, yardım etmek üzerinize borçtur.” [Enfal 72] Dünyanın herhangi bir yerinde Müslümanlara saldırıldığında, diğer Müslümanların onlara yardım etmesi farzdır. Sizler, bu milliyetçi ve laik yöneticilerin; Filistin, Keşmir ve Arakan’daki Müslümanlara yardım etmek için ordularımızı göndermediğine, ancak Amerika’nın çağrısıyla Birleşmiş Milletler komutası altında asker gönderip kan döktüklerine bizzat şahit oldunuz.
Onlar İslam ümmetinin hamileri değil, bilakis haindirler. Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:
إِنَّمَا الْإِمَامُ جُنَّةٌ يُقَاتَلُ مِنْ وَرَائِهِ وَيُتَّقَى بِهِ“İmam ancak bir kalkandır. Arkasında savaşılır ve onunla korunulur.” [Müslim] Müslümanlar, ümmetin gerçek koruyucusu olan Hilafetin yokluğu nedeniyle dünya çapında zulüm görmektedirler. Bu yüzden, bu piyon yöneticilerden medet ummak yerine Hilafet’i kurmak için birleşmeliyiz. Nübüvvet metodu üzere Hilafeti kurmak için Hizb-ut Tahrir’e nusret vermek üzere orduda hizmet eden ümmetinin samimi evlatlarına çağrıda bulunmalıyız. Unutmayın, bu, bir mümin olarak sizin sorumluluğunuzdur.
وَعَدَ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا مِنكُمْ وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُم فِي الْأَرْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ الَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ وَلَيُمَكِّنَنَّ لَهُمْ دِينَهُمُ الَّذِي ارْتَضَى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُم مِّن بَعْدِ خَوْفِهِمْ أَمْناً يَعْبُدُونَنِي لَا يُشْرِكُونَ بِي شَيْئاً وَمَن كَفَرَ بَعْدَ ذَلِكَ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ“Allah, içinizden, iman edip de salih ameller işleyenlere, kendilerinden öncekileri egemen kıldığı gibi onları da yeryüzünde mutlaka egemen kılacağına, onlar için razı olduğu dinlerini iyice yerleştireceğine, yaşadıkları korkularının ardından kendilerini mutlaka emniyete kavuşturacağına dair vaatte bulunmuştur. Onlar bana kulluk eder ve bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Artık bundan sonra kimler inkâr ederse, işte onlar fasıkların ta kendileridir.” [Nur 55]
Gazze’de Yeni Bir Katliam; Ümmetin Yiğitliği Ne Zaman Harekete Geçecek?!
Yahudilerin Gazze'ye yönelik savaşını durdurma çağrıları yükselmesine rağmen, Yahudi ordusu Gazze Şeridi'nin güneyindeki Han Yunus'taki mülteci kamplarındaki masum insanların kanını dökmeye devam ederek kara siciline yeni bir katliam daha ekledi.
4 Temmuz 2025'te meydana gelen bu vahşi saldırı, bir ilk olmadığı gibi son da olmayacaktır; zira özellikle Amerika olmak üzere uluslararası sistem, Yahudi varlığının anlaşmalara bağlı kalmadığını ve bunlara zerre kadar önem vermediğini çok iyi biliyorlar. Bununla birlikte -gaspçı varlığın bir numaralı destekçisi olan- Amerika, timsah gözyaşları ile yalancı arabulucu ve siyasi aldatma rolünü oynamaya devam ederek katliamlarına devam etsin diye işgale silah ve istihbarat tedarik ediyor.
Ey Müslümanlar, ey Allah'ın Kitabı ve Rasulü Aleyhi ve Âlihi es-Salatu ve's Selam'ın sünneti üzere birleştirdikleri, bu katliamlar karşısında sessiz kalmanızın, sizleri hesap vermekten kurtaracağını mı sanıyorsunuz? Çocukların kanları, yaslıların çığlıkları ve annelerin gözyaşları, amel defterlerinize kaydedilmeden geçip gideceğini mi sanıyorsunuz? Oysa Allahu Teala şöyle buyurmaktadır: وَمَا لَكُمْ لَا تُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِ اللهِ وَالْمُسْتَضْعَفِينَ “Size ne oldu da Allah yolunda ve çaresizlerin uğrunda savaşmıyorsunuz?” [Nisa 75] Ve Subhanehu şöyle buyurmaktadır: إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ إِخْوَةٌ “Müminler ancak kardeştirler.” [Hucurat 10]
O büyük ordular hani nerede? Arap rejimlerinin övünüp durduğu o uçaklar ve füzeler hani nerede? Hikmet ve öğütle beyinlerimizi çatlatan ama kendilerinden, hain yöneticileri desteklemekten başka tavır sergilediklerini görmediğimiz alimler hani nerede?! Tacirler ve servet sahipleri hani nerede? Peki onlar, para ve iktidarları korumak için gösterdikleri çabalar gibi biraz olsun Allah yolunda da çaba gösterdiler mi?!
Ümmetin şerefi, özgürlerin yüreklerinde hala canlılığını koruyor ama tam bir zafer, ancak tüm ümmetin harekete geçmesiyle; yani Mısır, Türkiye, Pakistan ve diğer ülkelerdeki orduların harekete geçip Filistin'i işçi pazarına satan hain ve normalleşme tahtlarını yıkarak, ümmeti tek bir varlık altında birleştirecek, İslam'ı davet ve cihat yoluyla dünyaya taşıyacak ve saldırganları püskürtüp ellerini koparacak olan Nübüvvet Minhacı üzere İkinci Raşidi Hilafetin kurulmasıyla gerçekleşecektir.
Çözüm, konferanslarda ya da girişimlerde değil, aksine İslam'ın otoritesinin tesis edilmesindedir; Amerikan ya da Batı arabuluculuğunda gerçekleştirilen tüm siyasi girişimler, suçların devam etmesini örtbas etmekten başka bir şey değildir. Ümmet, bilinçli ve samimi bir liderlik altında basiret üzere harekete geçip küfürle uzlaşmayan ve yarı çözümleri kabul etmeyen Rabbani bir projeyi benimsemedikçe ümmetin üzerindeki zillet kalkmayacağı gibi Mescid-i Aksa geri alınamayacak ve Gazze ve Filistin halkının kanı da durmayacaktır. Nitekim Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur: ثُمَّ تَكُونُ خِلَافَةً عَلَى مِنْهَاجِ النُّبُوَّةِ “Sonra (yeniden) Nübüvvet Minhacı Üzere (Raşidi) Hilafet olacaktır.” [Ahmed rivayet etti]
Ey İslam ümmeti: Artık uyanmanızın zamanı gelmedi mi? Artık Mu'tasım ve Selahaddin'in sesinin yeniden duyulmasının zamanı gelmedi mi? Artık topraklarınızı Yahudilerin ve ajanlarının pisliğinden temizlemenizin zamanı gelmedi mi? Şüphesiz Allah'ın sizi sorguya çekeceği ve tarihin asla merhamet göstermeyeceği gibi Allah da her bir kusur ve ihmalden dolayı size soracaktır. وَسَيَعْلَمُ الَّذِينَ ظَلَمُوا أَيَّ مُنقَلَبٍ يَنقَلِبُونَ“Zulmedenler, hangi dönüşle döndürüleceklerini yakında bileceklerdir.” [Şuara 227]
Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Baha El- Hüseynî – Irak